Pep Guardiola yönetimindeki Bayern Munih, geçen seneki Şampiyonlar Ligi elemelerinde yarı finaldeki Real Madrid maçına kadar 10 maçta 8 gol yemiş, yarı finaldeki maçlarda kalesinde (4’ü evinde olma üzere) 5 gol görerek, açıkçası Almanlar için oldukça utandırıcı bir biçimde elenmişlerdi. İlerleyen günlerde yönetimden ve medyadan gelen eleştirileri iyice hissetmiş olacak ki kendisine yakışır şekilde şu açıklamayı yapmıştı “oynadığımız düzen bu, beğenilmiyorlarsa kovabilirler”. Bayern, bu sezon yine tüm liglerde lider ve devam ettiği turnuvaların en büyük favorisi. Çok büyük bir sürpriz olmazsa Chelsea veya Bayern Münih takımlarından birisi Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıracak.
Jose Mourinho, 2010-2011 sezonunun ilk yarısında Pep Guardiola yönetimindeki Barcelona’dan 5 gol yemiş, 5 golden ziyade neredeyse hiçbir şekilde futbol namına ortaya bir şey koymadan amiyane tabir ile “rezil olarak” sahadan ayrılmıştı. Maçtan sonra futbolcularına şu açıklamayı yapmıştı “bugün bitti, önümüze bakalım”. Bir sezon sonra aynı takım, yenilmez denilen Barcelona önünde gol ve puan rekorları kırarak sezonu şampiyon bitiriyordu.
Alex Ferguson 1986 yılında Manchester United’ın başına geçtiğinde, İskoçya gibi bir ligde Aberdeen gibi bir takımla sürpriz şekilde şampiyon olmuş bir antrenör olmanın dışında neredeyse hiçbir vasfı yoktu. İlk yarı sonuna gelindiğinde ligde istenilen yerde olmanın çok uzağında, lig kupasında ise 1 gün sonra oynanacak maçta muhtemelen elenmesi beklenen bir takıma sahipti. Yönetim açıkça “yarınki maçta galibiyet gelmez ise görevinden alınacaksın” şeklinde uyarıyı yapmıştı. Taktiksel deha veya değil, o maçı yanlış hatırlamıyor isem son dakika attığı golle kazanmış ve yönetimden istediği krediyi almış. Zaten bir sezon sonra aynı takım ligi ikinci bitirmiş.
Teknik direktörlük, sadece taktik tahtasına stratejiler yazmaktan, 11 kurmaktan veya antreman tekniklerinden ibaret değil. Teknik direktörlük, günümüzde milyonlarca doların döndüğü futbol piyasasında orta sınıf bir holdingin genel müdürlüğü pozisyonu ile eşdeğer diyebiliriz. İşin sadece futbolla alakalı kısmı ile değil, tüm yönleri ile ilgilenmeniz gerekmektedir. İşveren (yönetim), müşterilerinin (taraftar) taleplerini en iyi şekilde değerlendirecek genel müdüre (antrenör) asgari imkanları sağlamakla mükelleftir. Genel müdür (antrenör) ise elindeki malzemeden (takım) en iyisini çıkarmak zorundadır. Yalnız burada eski işletme kitaplarındaki alışkanlıkları terketmemiz lazım. Antrenörün sadece takımla ilgilenmesi beklenemez. Tüm oyuncuların huzurundan, ego yönetiminden, altyapısından, gelişiminden, gerektiğinde oyuncunun veya kulübün pazarlamasından ve bundan önemlisi yönetimin hedeflerinden sorumludur. Yeni nesil futbolcular, eski nesiller gibi kaptanın veya hocanın bir lafı; ne lafı! bakışı ile başlarını öne eğecek karakterde değil. Onlara yeni yöntemler ile yaklaşmak gerek. Ayrıca, futbol maalesef sadece futbolcular ve yönetimden ibaret de değil. Kulüp, taraftarından başarı için aktif katılım beklemektedir. “bana destek olmaz isen, rakiplerin x’i aldığı, y’yi yaptığı ortamda benden başarı bekleme”. Ve taraftarlar az veya çok bu desteğini ortaya koymaktadır. Yalnız, taraftarı “destekleyen” konumundan “müşteri” konumuna aldığın anda, müşterinin rahatsızlıklarını görmezden gelip kendi bildiğin yolda gitme imkanın yoktur. Çünkü kulübün sahibi, yöneteni artık para babaları değil, evine aldığı decoderden, çocuğuna aldığı lisanslı ürüne kadar senin kasana para akmasını sağlayan taraftardır.
Gelelim konumuzun öznesi olan Bilic’e. Beşiktaşımız, beklenti çıtamız çok yükseldiği için kendi içinde ufak bir krize girdi. Evi olmadığı halde gelen istikrarlı liderlik ve girdiği tüm alanlardaki başarı, içinde bulunduğumuz şartları unutturarak bizim hedeflerimizi yükseltti. Bu da taraftar olarak bizim en doğal hakkımız. Yalnız arka arkaya gelen Liverpool ve Eskişehirspor yenilgileri bir anda bizi hiç hazır olmadığımız bir havaya soktu. Geçen iki günde bu hava kısmen dağılmış olsa da herkesin kafasına soru işaretleri mevcut. Ve bu soru işaretlerinin muhatap olduğu soruların öznesi ise Slaven Bilic’te düğümleniyor. Tabii ki benimde. Benim cevabım şu: Bilic, tartışmasız başarılıdır.
Bizim milletin birçok iyi özelliği olduğu gibi çok iyi olmayan özellikleri de mevcut. Bunlardan biriside içinde bulunduğu durumu ya çok abartarak ya da önemsizleştirerek değerlendirmek. Ama unuttuğumuz bir şey var: her durum, kendi içinde değerlendirilir.
Bilic, öncelikle iyi bir insan kaynakları yöneticisi. Oyuncuları genelde onu seviyor ve takımda güzel bir düzen oluştu. Yeterli derecede iyi bir scout, çünkü onun tavsiyesi ve onayı ile alınan oyuncular (Sosa, Atiba, Demba Ba) genelde iyi. Sadece Eneramo transferi eleştirilebilir. Sonra, kenarda iyi ve güçlü bir duruşu var. Takım düzenine sadık ve işleyişini iyi biliyor. Takımı maçlara genelde iyi hazırlıyor ve istikrarlı olarak takımın fizik gücünü yükseltiyor. Bu yıl, hiçbir maçımızda (10 kişi kaldığımız GS ve FB maçları hariç) takım oyundan fiziken düşmüyor. Ayrıca bu yıl normal lig skalası içinde neredeyse 2 günde 1 maç yaptığımızı unutmayalım. Ve Bilic, Edin Terzic’in de katkıları ile iyi bir taktisyen. Burada duralım, taktik nedir? Taktisyen nedir? Bu sorular üzerinden meramımızı açalım.
Bir takımın, temel olarak bir oyun düzeni olur. Bizim takımın oyun düzeni, şok pres ile topu kapıp varsa rakibi dengesiz yakalama şansı bulursak kontra ile, yoksa hemen set oyununa dönerek hücum etme şeklinde özetlenebilir. Bu düzen içinde ağırlıklı olarak 4-2-3-1 veya Oğuzhan veya Sosa’nın gizli MC oynadığı 4-1-4-1 dizilişi ile sahaya çıkıyoruz. Maç içinde taktiklerimiz genellikle kanatlar yolu ile rakibi geçmek, çok sıkışır isek Demba Ba’yı Sosa’ya yaklaştırıp Kerim Frei ve Töre’nin hızları ile sahte dokuz formatı ile ceza sahasına göndermek şeklinde gelişiyor. Hücum hattımız, hem Türkiye hem Avrupa Ligi standartına göre yeterli olduğu için genelde başarılı oluyoruz. Yalnız bu düzenin iki temel dayanağı mevcut; fizik olarak düşmeyeceksiniz ve de oyuncu kaliteniz kilit pozisyonlar için yeterli olacak. Fizik konusunu genel olarak çözdük. Kilit pozisyonları stoper, box to box merkez orta saha, kanat oyuncuları ve nokta santrafor veya sahte dokuz olarak sıralar isek, merkez orta saha oyuncusu dışında ciddi bir oyuncu problemimiz yok. Bu açılardan Bilic iyi bir taktisyen.
Bütün iyi özellikleri ile birlikte, Bilic’in en büyük eksikliği ise maç sırasında ortaya çıkıyor. Kritik anlarda, doğru müdahaleleri yapamıyor. Bu yıl Avrupa ve Türkiye’de oynadığımız birkaç maç hariç, yaptığı müdahaleler genellikle pozitif bir etki koymuyor oyuna. İşte taktisyen kimliği burada aşınıyor. En son oynanan Eskişehir maçında, aslında haklı olarak ve kağıt üzerinde mantıklı değişiklikler yapmasına rağmen galibiyet gelmemesinin sebeplerinden birisi de buydu: Yapılması gereken değişikler ya yanlış zamanda yapıldı ya yanlış oyuncu ile yapıldı. Her takım fizik veya mental olarak her zaman en iyi gününde olmayabilir. Bazen, antrenörün kenardan doğrudan katkısı ile maçları almamız gerekiyor. Eskişehir maçı öyle maçlardan biriydi ve Bilic bana göre sınıfta kaldı.
Gelgelelim, kendi olduğum noktadan baktığım zaman sadece bir maç ile Bilic’i yargılamanın bizi çok doğru olmayan yerlere götüreceğini düşünüyorum. Bilic, evsahibi avantajı olmadan ve rakiplerine göre yarı bütçe imkanına sahip iken çok büyük işler başarıyor. Çok net söylüyorum, başka bir yerli veya yabancı antrenör başımızda olsa idi bu kadar başarılı olabilir miydik? Şüpheliyim. Çünkü içinde bulunduğumuz olağan üstü şartları sadece iyi antrenörlük yetkinliği ile aşmamız kolay değil. Camia ile bütünleşme, taraftar sevgisi, takımın ne olursa olsun hocasını sahiplenmesi gibi faktörler birleştikten sonra ancak bu tip durumlarda başarı geliyor. Bilic’i değerlendirirken içinde bulunduğumuz durumu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız lazım. Çünkü yanlış değerlendirme bizi yanlış sonuçlara ulaştıracaktır.
Şu an önümüzde iki maç var: Liverpool ve Balıkesir maçları. Bu iki maçtan çıkaracağımız galibiyet, camiayı çok farklı bir havaya sokacaktır. Özellikle turu geçmemiz ile sonuçlanacak bir galibiyet bu yılki en büyük başarı eşiğimiz olabilir. Öngörülü şirketlerin en çok kazandığı zamanlar, kriz zamanlarıdır. Çünkü eşyanın tabiatı gereği, bir yerde bir şey azalırken, o şey diğer tarafta artmak zorundadır. Ellerini ovuşturup, Beşiktaş’ın bu durumdan çıkamayacağını düşünen rakiplerimize en büyük tokadı yarın Olimpiyat’ta atacağız. Ve yarın, şampiyonluk yolumuzun ilk taşı döşenecek. Ben inanıyorum, hepimiz inanalım.
Beşiktaş Arena / Uyar ALTUNTAŞ