1996 yılı Antep maçıydı galiba. Sergen 2 tane mi atmıştı? Donuma kadar ıslanmıştım, onu hatırlıyorum. Sınıf arkadaşım Çetin, evden izin almadan geldiği için akşamına babasından dayak yemişti.
Benim maceram böyle başlamıştı. Sağlam Beşiktaşlıydım ama maçlara gitmiyordum. Bileti sanırım Çetin’in kulüpte çalışan bir akrabasından almıştık. Ne Çarşı bilirdik ne de tezahurat. Bağırmıştık işte… 20 yıl geçmiş üzerinden.
2003 yılında, Sergen’in atıp şampiyonluğun geldiği sene ise maça bilet bulamamıştım. Maçı Taksim’de bir kafede seyretmiştim. Maçtan sonraki mutluluğumu anlatmaya kelimeler yetmez sanırım. 8-9 yaşlarımda iken bizim mahalledeki kırtasiyede uyduruk bir oyuncak görmüştüm. Böyle parçaları birleştirince yollar oluşuyordu, ufak pilli arabalar plastik yolların üzerindeki elektrik akımını sağlayan demirlere yerleştiriliyordu. Sonra yola bağlı bir kumandadaki butona bastığınızda araba gidiyordu. Şimdi Eminönü’nde tezgahlarda 5-10 liraya alınabilecek uyduruk bir oyuncak işte. Ama onu istiyordum. Öyle ki, bütün öğle vakti annemin kulağının dibinde ağlamıştım. Artık boğazım şişmişti. Annem tabii ki çocuğunu tanıyordu, şımarıklıktan böyle yaptığımı biliyordu. Akşama doğru babam geldi, şiddetini artırarak ağlamaya devam ettim. Eh, babalar anneler gibi değil. Erkek çocuklarına, özellikle evin tek erkeği ise dayanamıyorlar. O da dayanamamıştı. Gittik kırtasiyeye, aldık oyuncak araba takımını. O kadar sevinmiştim ki… Mutluluktan gözümden yaş gelmişti. Hem istediğim bir şeyi zorla yaptırmıştım, hem de çok sevdiğim bir oyuncağa kavuşmuştum. O gece uyuyamamıştım. Başımdan sevince dair bir olay geçtiğinde nedense aklıma hep bu gelir. Mutlaka daha çok sevindiğim olaylar olmuştur ama bunu hatırlıyorum. 100. Yıl şampiyonluğumuza, o oyuncağa sahip olduğum kadar sevinmiştim. Sevinçten çıldırmak üzereydim. Arkadaşlarım neden bu kadar sevindiğimi soruyorlardı… Aklımdan zorum mu vardı… Anlatamıyordum bir türlü. Sevincimi yeterince seviyeli ve mantıklı belli edemiyordum. Saçmalıyordum. Kendimi taksim meydanındaki coşkun kalabalığa bıraktım. Ağlıyordum sevinçten. Cebimde sadece otobüs parası kalmıştı. Ama ben Taksim’den ayrılmak istemiyordum.
Bilge bir adam değilim, başımdan roman olacak olaylar geçmedi. Gezmeyi, tozmayı severim. Annemi, babamı, eşimi, kardeşlerimi başımın üzerine koyarım. Beşiktaş ise ayrı be kardeşim. 11 Nisan için biletimi aldım. 1996 yılında ilk defa maça gideceğim gün kadar heyecanlıyım. 100. yılda şampiyon olduğumuz günkü kadar saçmalayabilirim. Denge noktam yok galiba. Bu sabah çıkan kombineyi aldığımda ofiste zafer turu attım. Biletini yıllık kombine sahibi olduğu için geçen hafta alan mesai arkadaşım bana girişecekti neredeyse “Neye seviniyorsun!? Farkında mısın? Dün maçı kaybettik!”. Hiç tartışmaya girmedim. Benim Beşiktaşlılığım da böyle işte. Seviyorum onunla kucaklaşmayı… mabedimize, semte gittiğimde oranın bir parçası olmayı, hissetmeyi seviyorum. Sanırım ben orada ben oluyorum. Belki de sıradan bir insan olarak böyle büyük bir camianın, camiamızın, beni kanatlarının altına almasından kıvanç duyuyorum. “Geçen sene şu kadar atkı, bu kadar forma, şu kadar maç bileti aldım, Olimpiyat, Kasımpaşa, Fatih Terim demeden bir sürü maça gittim ve en sonunda 3’lü kombinemi edindim. Bu stadyumda, bu başarıda benim de payım var” diyorum. Nedense gurur duyuyorum. Bundan kendimi alamıyorum.
Çünkü hasret bitiyor. Çünkü evimize dönüyoruz. Çünkü rüyalar gerçek oluyor. Semte havayı koklayacağız. Oradan kolkola girip ağaçlı yolda yürüyeceğiz. Orada marşlar söyleyeceğiz, sevinçten gözlerimiz dolacak, birbirimize kenetleneceğiz. Baba Hakkı’yı, Şeref Bey’i, Seba’yı anacağız. Çünkü Bu, hepimizin başarısı.
HAYDİ KALKIN AYAĞA, GÜNEŞE YÜRÜME ZAMANI BEŞİKTAŞ’LI!
Uyar Altuntaş / Beşiktaş Arena