Ünlü kabadayı Tophaneli Deli Hüsnü böyle haykırıyordu güzelliği dillere destan olmuş kesiği Maria’ya. Ahali; evlerinin ahşap duvarları arkasından pencerelerinin dibine tünedikleri halde Deli Hüsnü’ye içten içe saydırıyordu yine “Bıktık artık bu deli’den! Ne huzur bıraktı ne namus mahallede!”.
Doğum tarihi bilinmiyordu. Zaten esnaf veya ahali ile de pek muhatap olmuyordu. Anasının Arnavut, babasının ise Manastır’da zengin bir ailenin çocuğu olduğu hakkında bazı rivayetler vardı. Abülhamit Han’ın tahta geçtiği 1293 yılının Şaban ayının 10. Günü doğduğu iddia ediliyordu. Küçük yaşlarda Ayastefanos’a gelmiş, orada marangoz yamaklığı, demirci çıraklığı gibi münferit işlerde çalışırken yine kız davasından Suriçi defterdarı Ayon Efendi’nin oğlunu bıçaklaması ile ilk cezaevi serüveni başlamıştı. 2 yıllık Yedikule zindanı ziyaretinden sonra, Karagümrük ve Makriköy’de itlik ve rajon üzerine stajını tamamlamış, stajı sırasında muhtelif suçlardan dolayı Canik’e sürülmüş, yeri gelmiş kan kusmus, nefessiz kalmıştı ama yine iflah olmamıştı. Zaten kendi gelmeden çoktan namı gelmişti Tophane’ye. Tophane’de de esnafı canından bezdirmesi uzun sürmemiş, çok kısa sürede esnafın haracını yemeye başlamış, serkomser ile kankardeş olup zaptiyenin gönüllü eşkiyası olmuş ve semtin hanımanneleri ile hadımağalarının işlettiği zevk-u safa evlerinin bir numaralı ziyaretçisi olmuştu. Artık Tophane’de Abdulhamit Han’dan bile daha büyük forsu olduğu için adı “Tophaneli”ye çıkmıştı. Ve en sonunda, yukarıda da belirttiğimiz gibi semtin en güzel ablası Maria’yı kendine dost edinmişti.
Bir gün, Cihangir yokuşunda yer alan Firuzağa kahvesinde afyonunu çiğneyip, nargilesi ile demlenirken yan masada pera’nın haracını yiyen Mim Ayı Sait Ağa’nın (başındaki Mim, daha önce Galata serkomseri olan ve Karaköy’ün Malatyalı hamal bölükleri arasında çıkan arbedede, arbedeyi ayrımak sureti ile olaya müdahale ederken mefta olan Ayı Sait Ağa’dan ayrılmak için konulmuştu) konuşmalarına kulak kabarttı. Normalde bu tip karanlık adamlar aynı ortamlarda pek bulunmamaya çalışırdı hır çıkmaması adına ama sanki Sait Ağa özellikle Deli Hüsnü’yü görünce kahvehaneye intikal etmişti. Kahveci Hıdır Ağa’nın kaş gözüne rağmen Mim Ayı Sait Ağa geldi başköşeye kuruldu etrafındaki serseriler ile. 3-5 dakika boş lakırdıdan sonra ağzındaki baklayı çıkardı “Dün gece Maria’nın evinin çevresinde Apti Ağa’yı görmüşler!”. Deli Hüsnü’nün kan beynine sıçradı. Apti Ağa, Fatih’te yeni türeyen kabadayıydı ve Maria’ya musallat olduğu daha önce de kulağına çalınmıştı. Deli Hüsnü ceketini ve çift su çekilmiş kamasını kaptığı gibi koşarak Ihlamur Yokuşuna doğru yollandı.
******
Deli Hüsnü ansızın kapıya dayandı, belli ki afyonu yeni patlatmıştı. “Mariaaaa! Mariaaa! İn aşağı çabuk yoksa başına yıkarım bu evi!” diye bağırıyor, en yakası açılmadık küfürleri dostuna saydırıyordu. Maria ne yapacağını şaşırmıştı. Ama şanslıydı ki, o anda günlük devriyesini atan jandarma bağrışları duydu ve Maria’nın evine intikal etti. Deli Hüsnü jandarmanın düdüğünü duyduğu gibi kaçmaya başladı. Önde jandarma arkada Deli Hüsnü Beşiktaş’ın daracık sokakları arasında koşuşturma başladı. Bu Deli Hüsnü gönül işlerinde ne kadar safsa, asayiş işlerinde de o kadar kurnazdı. Kaçtığı sırada aklına kalabalığa karışmak geldi gelmesine de Beşiktaş’ta, hem de öğle vaktinde sokakta inlerle cinler maç yapıyordu. Sonra aklına birden Serencebey civarında toplantılar yapan zengin çocukları geldi. “Tamam” dedi kendine. “Ben aradan kaçayım, oraya gideyim, izimi kaybettiririm beyzadelerin arasında”. Ve Serencebey yokuşuna doğru kaçmaya başladı, arkasındaki jandarma fırt fırt düdüğünü öttürürken.
Serencebey Yokuşu’nun başına geldiğinde tahmin ettiği gibi beyzadeler mahalle meydanının kenarındaki çayırlıkta müsabaka halindeydiler. Duyduğu kadarı ile maliye nazırı Osman Paşa’nın oğulları Mehmet Şamil ile Hüseyin’de müsabıklar arasında idi. Bir defa onlarla karşılaşmış, aslında güzel de muhabbet etmişlerdi ama nedense bir türlü ısınamamıştı onlara. “En nihayetinde hepsi kalantor zengin çocukları. Ne yokluk, ne ölüm bilir hiçbiri. Şimdi jandarma onları toplayıp götürse hepsi yakayı sıyıyır ama olan yine gariban Hüsnü’ye olur” diye düşünürken aklına bir cinlik geldi; 3-4 beyzade güreşe tutuşmak çayırın altındaki ağaçlıkta soyunmuşlar, kıyafetlerini de güreş alanının dışına koymuşlardı. Güreşe tutuştukları için de oradan eksilecek bir pantolon, bir gömleğin hesabını yapacak durumda değillerdi. Doğrudan düşünceyi fiiliyata harekete geçirdi ve kıyafetlerini değiştirmek üzere kendini ağaçlığa attı. O sırada jandarma da alana intikal etmiş, kim Hüsnü kim değil demeden herkese girşmiş, çıkan arbede sonucunda hepsini karakola götürmek üzere tevkif edip geri dönüşe başlamıştı. Hüsnü ise kıs kıs gülmek ile meşgul idi.
Bu sırada müsabıklar bir yandan sopayı yiyor, bir yandan da dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı. Öyle ki, ne dayak atan neden dayak attığını, ne de yiyen neden yediğini biliyordu. Aslen Çorumlu olan kurnaz serkomser ise olaya hemen vakıf olmuş, sarayın gözüne de girmek için, bu cemaatin bizim ömrümüzden alıp onun ömrüne veresiyeceğimiz Abdülhamit Han’a karşı ihtilal girişimde olduklarından dolayı falakaya yatırıldığını ihbar etmişti ilk posta ile.
Yedikleri sopa kamyonu geçmişti, ama en azından konuşacak hale gelmişlerdi:
“Koş paşa babamı çağır Mehmet Şamil!” diye haykırdı Hüseyin efendi. Kimse fark etmemişti ama Osman Paşa’nın oğlu Mehmet Şamil o hengamede aradan sıvışmış ve sonra ne olduğunu anlamak için Yıldız Karakolu’na intikal etmişti. Yılların verdiği tecrübe ile böyle bir lafın nereye gideceğine uyanan jandarma ağası hemen kısa bir istihbarat yapmış ve tutukladıkları gençlerin yüksek düzeyde tanıdıkları olduğu bilgisine ulaşmıştı. Ulaştılar ulaşmasına ama konu Abdülhamit Han’ın kulağına gitmişti bir defa. 30 yılın verdiği yorgunluk ve ölümü bekleyen imparatorluğun emanetine sahip çıkma korkusu onu çok hassah bir mizaç sahibi yapmıştı. Çocuklar serbest kaldılar ama artık gözler hep üzerlerindeydi.
Bu olayın şöyle bir güzel tarafı da oldu aslında. Tüm mahalleli ve ahali iyice ısındı bu müsabaka işlerine. Öyle kulaktan kulağa yayıldı ki boks, barfiks, Jimnastik ve koşu müsabakaları, saraydan bile bu gruba katılmaya başladılar. Hatta rivayet odur ki, güreşmeyi çok seven Abdülhamit Han, birkaç defa ahalinin serdengeçti delikanlıları ile güreş tutmuş, onları telkin edici vaazlar vermişti müsbet gelişmelere istinaden. Spor, tüm dünyada henüz emekleme aşamasındayken bile birleştirici olmuş, belki yıkılmakta ve cenazesini beklemekte olan bir imparatorluğa yeni bir hava katmıştı. Abdülhamit Han’ı kim eleştirebilir ki? O da babasının, atasının, dedesinin emanetine sahip çıkmak istemişti.
Gel zaman git zaman, bu müsabık delikanlılar öyle bütünleşti ki Beşiktaş semti ile Abdülhamit Han’ın özel izni ile “Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü” kuruldu. Tarih, Zilhicce (Mart) ayının 19. Günü ve 1320 (1903) yılı idi. Bu beyler, delikanlılar, beyzadeler belki farkında değillerdi ama bir tarihe, bir kültüre ve bir başkaldırışa imza attı. Sonra kurdukları o çatıya Baba Hakkı girdi, Şeref Bey girdi, Süleyman Seba girdi, Şenol girdi, Birol girdi… El kadar yavrucaklar iken Metin Tekin, Ali Gültiken, Feyyaz Uçar girdi, Rıza Çalımbay girdi. Hepsi de bildi bu formanın, kulübün kıymetini ve kurumun ağırlığının ne olduğunu… Ve bu emaneti Nihat Kahveciye’de aktardılar, Necip Uysal’a da… Çünkü hepsi Beşiktaş’ı şartsız sevdiler. Ve çok sevdikleri için ne kimsenin adamı oldular, ne kimseye eyvallah ettiler.
Kulübün kurulmasına dolaylı olarak ön ayak olan Tophaneli Deli Hüsnü’ye ne mi oldu? Ne önemi var ki? Bazen efsanelerin doğması için bir değil, birkaç olayın bir araya gelmesi gerekmez mi?
KULÜBÜMÜZÜN 113. YAŞINI KUTLADIĞIMIZ BU GÜNDE, TÜM BEŞİKTAŞ CAMİASININ DOĞUM GÜNÜ KUTLU OLSUN. NİCE 113. YILLARA!
Hikayemizin ilk bölümü için;
http://haber.besiktasarena.com/besiktasimizin-gayriresmi-kurulus-hikayesi-11794.html
Not: Bu hikayedeki bazı olaylar, diyaloglar ve kişiler tamamen hayal ürünüdür.