Soğuktu,
1320(1902) yılının Şaban (Kasım) ayına yakışır, soğuk bir akşamüzeriydi. Ahmet (Fetgeri) Bey, kardeşi Mehmet Ali ile konuşuyordu her zamanki gibi. “Osman Paşa’nın oğulları Mehmet Şamil ve Hüseyin Bereket Pera’da İngiliz sefaretindeki ecnebilerden öğrenmişler bu oyunları. Cihana yeni yayılıyor Mehmet Ali. Madem siyasette ve harpte alt edemiyoruz bu ecnebileri, jimnastik ve müsabakada alt etmek gerek. Baksana, dağ taş ecnebi oldu Pera’da!”
Gerçektende öyle idi. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Abdülhamit han altyapıya, eğitime önem veren, İstanbul’u ve Selanik’i kalkındıran, halk tarafından iyi dileklerle anılan bir padişahtı ama artık herkes baskıdan bunalmıştı. Neredeyse yürümek ve kahvede pineklemek dışında başka bir eğlence kalmamıştı halk arasında. Padişaha kalsa açma-germeye, jimnastiğe ve müsabakaya da izin vermezdi ama genellikle paşaların ve üst düzey bürokratların yurtdışı görmüş evlatları bu işlerle uğraştığı için pek ses çıkarmıyordu. Gerçi hem halk arasında, hem de saray erkanı arasında spora, özellikle “ecnebi icadi” futbola karşı yine büyük önyargı vardı ama kendilerince bir düzen tutturmuşlar, inceden izin vermişlerdi.
Ne demiştik? Evet, Ahmet (Fetgeri) bey, Mehmet Ali (Fetgeri) Bey, Nazım Nazif Bey, Cemil Feti Bey ve Şevket Beyler başta olmak üzere, Dolmabahçe ahırlarının yukarısında bulunan Serencebey mahallesindeki Osman Paşa’nın konağında başta güreş, barfiks, halat çekme ve jimnastik olmak üzere günlük çeşitli antremanlar yapmaya başlamışlardı. Ve sadece üst düzey seçkinler ve saray efradının değil, tophane gençleri ve pera beyzadelerinin de ilgisini çekmeye başlamıştı bu acayip hareketler. Günden güne sayı artıyor, neredeyse 30-40 kişiden aşağı antreman yapılmıyordu.
Aynı günlerde ünlü kabadayı Tophaneli Deli Hüsnü, Ihlamur yokuşundaki madam Eleni’nin evinde çalışan, güzelliği İstanbul’un yedi tepesinde dillere destan olmuş kesiği Maria’nın gırtlağına dayamıştı çift su çekilmiş kamasını: “Öldürürüm seni Maria! Dinim hakkı için bir daha benden başkasına kaşını kaldırırsan seni aha şuracıkta kuş gibi keserim Maria!”. Maria feryat figan ediyor, ağlıyordu her tecrübeli dost gibi. Deli Hüsnü arka kapıdan çıktığı gibi yine şen şakrak hayatına devam ediyordu. Bir gün, evi her zaman haberli ziyaret eden Deli Hüsnü ansızın kapıya dayandı, belli ki afyonu yeni patlatmıştı. “Mariaaaa! Mariaaa! İn aşağı çabuk yoksa başına yıkarım bu evi!” diye bağırıyor, en yakası açılmadık küfürleri sevdiğine saydırıyordu. O anda jandarma bunu gördü ve Hüsnü önde jandarma arkada Beşiktaş’ın daracık sokakları arasında koşuşturma başladı. Bu Deli Hüsnü gönül işlerinde ne kadar safsa, asayiş işlerinde de o kadar kurnazdı. Öyle ki, Yedikule zindanlarında yıllarca yatmış, Canik’e sürülmüş, yeri gelmiş kan kusmus, nefessiz kalmıştı ama yine iflah olmamıştı. Kaçtığı sırada aklına kalabalığa karışmak geldi gelmesine de Beşiktaş’ta, hem de öğle vaktinde sokakta inlerle cinler maç yapıyordu. Sonra aklına birden Serencebey civarında toplantılar yapan zengin çocukları geldi. “Tamam” dedi kendine. “Ben aradan kaçayım, oraya gideyim, izimi kaybettiririm beyzadelerin arasında”. Ve Serencebey yokuşuna doğru kaçmaya başladı, arkasındaki jandarma fırt fırt düdüğünü öttürürken.
O sırada konağa yakın bir çayırlıkta, aralarında Osman Paşa’nın çocukları Mehmet Şamil ve Hüseyin’in de yer aldığı 30 kadar adam antreman yapıyordu inceden. İlk başta karşıdan gelen jandarmaların üzerlerine neden koştuklarını anlamadılar. Lahza ile ölçülecek bir vakit aralığında, hiç birinin ağzından kelime çıkmasına fırsat kalmadan jandarma ağası verdi sopayı bunların beline, hepsini toplayıp götürdüler karakola. Yanlış hatırlamıyorsam Şevval (Ocak) ayı olması lazım, yıllardan ise 1320 (1903). Müsabıklar bir yandan sopayı yiyor, bir yandan da dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı. Öyle ki, ne dayak atan neden dayak attığını, ne de yiyen neden yediğini biliyordu. Aslen Çorumlu olan kurnaz serkomser ise olaya hemen vakıf olmuş, sarayın gözüne de girmek için, bu cemaatin bizim ömrümüzden alıp onun ömrüne veresiyeceğimiz Abdülhamit Han’a karşı ihtilal girişimde olduklarından dolayı falakaya yatırıldığını ihbar etmişti ilk posta ile.
Yedikleri sopa kamyonu geçmişti, ama en azından konuşacak hale gelmişlerdi:
“Koş paşa babamı çağır Mehmet Şamil!” diye haykırdı Hüseyin efendi. Kimse fark etmemişti ama Osman Paşa’nın oğlu Mehmet Şamil o hengamede aradan sıvışmış ve sonra ne olduğunu anlamak için Yıldız Karakolu’na intikal etmişti. Yılların verdiği tecrübe ile böyle bir lafın nereye gideceğine uyanan jandarma ağası hemen kısa bir istihbarat yapmış ve tutukladıkları gençlerin yüksek düzeyde tanıdıkları olduğu bilgisine ulaşmıştı. Ulaştılar ulaşmasına ama konu Abdülhamit Han’ın kulağına gitmişti bir defa. 30 yılın verdiği yorgunluk ve ölümü bekleyen imparatorluğun emanetine sahip çıkma korkusu onu çok hassah bir mizaç sahibi yapmıştı. Çocuklar serbest kaldılar ama artık gözler hep üzerlerindeydi.
Bu olayın şöyle bir güzel tarafı da oldu aslında. Tüm mahalleli ve ahali iyice ısındı bu müsabaka işlerine. Öyle kulaktan kulağa yayıldı ki boks, barfiks, Jimnastik ve koşu müsabakaları, saraydan bile bu gruba katılmaya başladılar. Hatta rivayet odur ki, güreşmeyi çok seven Abdülhamit Han, birkaç defa ahalinin serdengeçti delikanlıları ile güreş bile tutmuş. Spor, tüm dünyada henüz emekleme aşamasındayken bile birleştirici olmuş, belki yıkılmakta ve cenazesini beklemekte olan bir imparatorluğa yeni bir hava katmıştı. Abdülhamit Han’ı kim eleştirebilir ki? O da babasının, atasının, dedesinin emanetine sahip çıkmak istemişti.
Gel zaman git zaman, bu müsabık delikanlılar öyle bütünleşti ki Beşiktaş semti ile Abdülhamit Han’ın özel izni ile “Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü” kuruldu. Tarih, Zilhicce (Mart) ayının 19. Günü ve 1320 (1903) yılı idi. Bu beyler, delikanlılar, beyzadeler belki farkında değillerdi ama bir tarihe, bir kültüre ve bir başkaldırışa imza attı. Sonra kurdukları o çatıya Baba Hakkı girdi, Şeref Bey girdi, Süleyman Seba girdi, Şenol girdi, Birol girdi… El kadar yavrucaklar iken Metin Tekin, Ali Gültiken, Feyyaz Uçar girdi, Rıza Çalımbay girdi. Hepsi de bildi bu formanın, kulübün kıymetini ve kurumun ağırlığının ne olduğunu… Ve bu emaneti Nihat Kahveciye’de aktardılar, Necip Uysal’a da… Çünkü hepsi Beşiktaş’ı şartsız sevdiler. Ve çok sevdikleri için ne kimsenin adamı oldular, ne kimseye eyvallah ettiler.
Kulübün kurulmasına dolaylı olarak ön ayak olan Tophaneli Deli Hüsnü’ye ne mi oldu? Ne önemi var ki? Bazen efsanelerin doğması için bir değil, birkaç olayın bir araya gelmesi gerekmez mi?
Not: Bu hikayedeki bazı olaylar, diyaloglar ve kişiler tamamen hayal ürünüdür.
Uyar ALTUNTAŞ / Beşiktaş Arena